30 Eylül 2007

oky bey pas atmış, bir pazar gecesini renklendirmenin yolu da bu olsa gerek
en yakınımdaki kitabın 187. sayfasının ilk cümlesi buyurulmuş
oky'nin yaşadığı ızdırabı bire bir yaşadım ben de
ilk kitap; "fakat müzeyyen bu derin bir tutku" olmadı epi topu 67 sayfa
sonraki ise; "albayım beni nezahat ile evlendir" evet tabi ki aynı yazar
hayır malesef o da sadece 99 sayfa
bu demek oluyordu ki yerimden kalkacağım, ona da peki
kalktım ilk kitap "transit yolcular" hadi be! 175 sayfa
yılmadım, bir diğeri "cemre" 138 sayfa, hay yarebbim!
ve işte mutlu son peyami safa'nın "bir tereddütün romanı" adlı kitabı
peki bunca uğraş sonucu ilk cümle ne? "Eyvallah."
bu arada ufak bir açıklama getireyim duruma,
sağda solda bu kadar kitap olmasının sebebi süper dağınık bir insan olmam
hatta sırf bu yüzden güzelim "dol karabakır dol" yastığın altında kalmıştır
veee göğsümde yumuşattığım bu pası alev abla'ya, ay cölene'ye ve elay'a sallıyorum
iyi pazartesi sabahları, eğer mümkünse...
eski"den" olsa böyle olmazdı sanırım başka türlü olurdu
benim bilmediğim türlerden bir tanesi de bu zaten; başka
yeni"den" aynı rüyalara daldırır mı beni bilmiyorum
en çok da sanmamaktan korkuyorum ve "den"sizliğime veriyorum
ama biliyorum en azından bazı şeylerin kendiliğin"den" olması gerektiğini
nedir bu "den"sizlik hali sabah sabah

"beni gayri ciddiye alıyorsunuz" dedi birden...

27 Eylül 2007

haftanın içindeki günler bir elin parmaklarını geçmiyorken
benim içimdeki ellerin parmakları da benim parmaklarıma geçmiyordu...

26 Eylül 2007

muhabbetten sıkıldığım pek söylenemezdi ama gayri ihtiyari başımı çevirdim
seni gördüm, karşı binada, neredeyse aynı kattaydık
benim gözümün hizası senin saçlarını yalayıp geçiyordu
ellerimde ise bir bardak dolusu züppe bir içki vardı,
loş ışıklı, içkisi kadar koltuklarının da züppe olduğu bir yerdi burası
karşımdakini duymuyordum, onun beni duymasını da isteyeceğimi sanmıyordum
seni gördüm, karşı binada, kalabalık bir masada içiyordun
yanında arkadaşların olduğunu düşündüğüm insanlar vardı
yüzünde yine o gülüş vardı, kahkahadan bozma, gülümseme fazlası olan
neden orada olduğunu mu sorsaydım yoksa neden burada olduğumu mu?
yok muydu bunun bir orta yolu, ortası ya da ulu ortası...
masadan bir anda kalkıp koşarak merdivenleri inseydim
yeniden çıktığım merdivenler aynı merdivenler olmasaydı
yanına gelseydim, yüzüne baksaydım
"pardon sizi birisine benzetmişim..." mi deseydim
diyeydim ya, ben seni hep birisine benzeterek yaşadım diyeydim ya
sen de beni benzeteceğine, beni birine benzetseydin ya...

25 Eylül 2007

- kartlar albayım?
- kelimelere ne oldu hikmet?
- onlar anlaşılmıyor, boşverin kartlara geçelim
- iyi de ben oynadım hikmet
- ben oyundan bahsetmiyorum albayım, elinizdeki kartlar sizin olsun, bana gönlünüzden verin.
- hikmet yine saçmalamaya başladın
- hayır albayım, kartlarınızı istedim sadece. açın kartlarınız, açık oynayalım. sanki bana ilk kez pişti öğretiyormuşsunuz gibi açın kartlarınızı
- senden bir gizlim saklım mı var hikmet?
- bilmiyorum albayım, on sekizime bastığımdan beri bilmiyorum. önce reşitsin dediler sonra açık bütün kartlarımı toplayıp poker oynamaya gittiler. On sekiz yaşında bir çocuk ne bilsin pokeri di mi ama?
- abartma hikmet, sen herşeyi abartıyorsun
- albayım ben zaten iyi bir insan değilim, oğuz iyi bir insan olmamı isteseydi 480. sayfanın ilk paragrafında beni öyle anlatmazdı. ben de insanları anlattım insanlara, onlar anladı ama insanlar anlamadı
- hikmet kelime oyunu yapma, hepsi insan değil mi?
- insan albayım evet ama bazıları daha insan çıktı. ben bu konuda ne yapabilirim ki? ben de isterdim ya toptan kökümüze kibrit suyu ya da hepimiz sütlerimizler ak kaşıklarımızla gelelim
- hikmet yine uzatıyorsun, nedir paylaşamadığın?
- albayım sizin bu bıyıklarınız takılıyor aklıma, sizin hiç bıyıklı fotoğrafınız yok.
- bir albay nasıl bıyık bırakır hikmet, bilmiyormuş gibi konuşma
- biliyorum albayım, benim canımı yakan da bu ya, siz hiç bıyık bırakmadığınız şu suratınıza şimdi o bıyığı yazlıkçı gibi kondurmuşsunuz. siz vakti zamanında bıyık bırakmadınız diye mi başka şeyleri bıraktınız hayatınızda? hiç pişman olmadınız mı? bıyığınızı da bi kenara bırakıyorum o zaman albayım, sorumdan hiç hoşlanmadınız sanırım
- hikmet benim bıyığımdan sana ne?
- öyle demeyin albayım, öbür türlüsünü biliyorsanız onu da demeyin. en güzeli hiç bir şey demediğiniz zamanlar. benim için en güzel oyun oluyor, ne derdiniz acaba diye düşünmeye başlıyorum. o zaman elime kağıdı kalemi alıyorum, aşağıdaki kadın da geliyor o zaman. hani oğlu askerde olan. sizin diyebileceğinizi düşündüğüm şeyleri bir kağıda yazıyorum, tiyatro yazıyormuş ya, yardıme diyorum ona. sizin benimle oyun yazmadığınız zamanlarda tabi.
- hikmet o zaman sen de bana cevap ver, yorulmuyor musun kendine yaptığın bu eziyet ile?
- ne eziyeti albayım bilakis bunlar hep bana tecrübe oluyor, ne diyeceğinizi düşünüp bir adım önde gidebileceğim hissine kapılıyorum. küçük küçük hesaplar yapıyorum büyük büyük defterlere yazıyorum. siyah kaplı olması için çok uğraştım ama bulamadım. ülkenin bütün siyah kaplı defterlerini alıp satmışlar bana sormadan albayım. ben de isterdim kara kaplı bir defterim olsun, içine çok güzel şeyler yazayım sonra da uluorta bir yerde bırakayım ama olmadı albayım, olmayınca da olmuyor.
- kendine bu kadar yüklenme, bir tomar kağıdın nesi eksik ki?
- şekli eksik albayım. benim şeklim yok bari yazdıklarımın şekli olsun, afilli dedikleri gibi olsun. çantamdan çıkardığım zaman insanların gözünü alsın. insanların gözünü almak ne kadar kolay aslında değil mi albayım. düz beyaz bir kağıt ile başaramadığın şeyi içindeki kelimelerle başarmaya çalışmak ne kadar naif bir duygu hala. bilmiyorum albayım, geç oldu saat. ben hala cümlelerimi bağlaçlar dışında bir şey ile bağlayamıyorum, otuz yaşımı düşünmek bile istemiyorum.

21 Eylül 2007

"seyir güvenliği açısından lütfen seyahat halinde cep telefonlarınızı kapalı tutunuz"

cep telefonlarımızla birlikte içimizi de kapalı tutalım mı?

bostancı - bakırköy deniz otobüsü

19 Eylül 2007

konuşurken çok kullandığım
ama yazılışını bilmediğim
kelimeler gibisin...

kadıköy - bostancı dolmuşu...

17 Eylül 2007

beni yoklasan da ellerin boşa gitse
ki,
bu düpedüz sarılmak
insan iki eliyle yoklar mı?
ve ki asla bilmeden hani di mi?
bir kısmı sensin,
geri kalanı benim.
buna üzülmeli miyim?
ucundan ya da bucağından tutulamayacak ne varsa tutma isteği benimki,
kıyısından geçtiğim herşey adına bu sefer bir kez olsun tam ortasında oturma hayali
gün ortası sevişmenin ayıp olduğunu bilen bir neslin çcoukları olarak
bütün kiraz zamanlarında çalışmış çocuklarız biz
bildirilmeyeni bilme çabamız ile ağlıyoruz
gözümüzde yaşlar yüzümüzde gülüşler
bir gülümsemeden ya da bir kahkahadan daha güzel olan şey gülüştür
gülünesi aşklar bile olabilir, inanır mısınız?
aklınızda kalan sadece bir kırık diş bile olsa...
elindeki oltayı kolunun savurabileceğinden daha ileri atmak gibi bu yorgunluk
kayanın dibindeki gümüş balıklarını tutup,
kallavi bir balık masasına gitmek gibi
"benim çabam, benim emeğim" diye diretmek gibi
aslına dair kimsenin bir fikri yok
herkes biliyor ki aslına dair en ufak bir fikrimiz bile olsaydı
ilk gördüğümüz yerde boynuna sarılırdık
dolmuşta cebimizden ilk kez defter çıkarmıyorduk belki ama (biz kimdik hakkaten?)
ilk kez dolmuşta cebimizden çıkan defter bizi bu kadar gülümsetiyordu
içimizden gelmiyordu çimenlere yayılmak ya da denize amors bakmak
biraz sessizlik vardı akla gelen bir de o sessizliği aydınlatan bir gülüş
sizin sessizlikleriniz hiç aydınlanmadı mı?
sizin kaleminizin her hareketinde kimsenin içinde çiçekler açmadı mı...
siz?
istemenin en garip hali,
sanırım "-de" hali, onda kalmış olmasından kelli
istemenin en naif hali, hani kıyamaz ya elin kızı o hesap
ama en güzeli de istemek kadar istememek,
bu da en karmaşığı gibi gözükse de en "yalın hali"
"-e" hali, yöneliyorum belli belirsiz
"-i" hali, kesinlikle isteme hali, başkalaştırarak "-u" olma hali
"-den" hali, istemeye istemeye vazgeçme hali
daha ne halleri var şu dünyanın da,
bilememe hali benimki...

... "İstediğim gibi yaşamak" diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden,
kendi evimden ayrılmıştım...

a veces es mas que lo que habias pensado o al reves lamentablemente

15 Eylül 2007

hiç beklemediğin bir anı,
çok uzun zamandır beklediğin bir an gibi hissettiren bir insandan
daha ne istersin ki?

yeşilköy - taksim dolmuşunu bazen seviyorum...

14 Eylül 2007

gülerek bütün sokağı geçtim, yolun bütün yalnızlığını alması için açtığım telefonun yarısında konuyu saptırıp geri kalanında da "sizin şehrin bu yolları da pek kötü canım" diyerek aklını dağıttım insanların. bol gülüşmeli cümlelerin sonunda geldiğimde bile ben hala sokağın sonunda gelmemiştim.

başka bir sokağın yolumu kestiği yerde ona kadar saydım kimse gelmedi, o'na kadar da saymak isterdim ama hedefim şaşardı, yoldan geçen atlı süvarileri vurabilirdim, istemedim insanlığa zararım dokunsun. hele atlara hiç.

ana caddeye ulaştığımda hava hafif ve yeterince serindi, yüküm de yeterince ağırdı. her hangi bir tahta parçasının üzerinde oturmak bile güzeldi. telefonumu çıkarıp gelmekte olanın yüreğine su serpme çabam havada kalmışsa da yola koyulmak bile hiç bu kadar kendinden emin olmamıştı.

bütün karınları doyuramasak da dört kişi kağıt oynayabilirdik ve kim bilir belki o zaman daha çok gülebilirdik. önemi olmayan bu ayrıntıyı geçtiğimiz herhangi bir sokağa bırakıp yürümeye devam ederken bazı şeylerin altı aydan bazı şeylerin ise koca koca hayatlardan başladığına emindik. bir iki su serpen tahlilden sonra bir kaç kötü espiriden sonra yüzyıllık türk geleneğine ihanet etmeye karar vermek zor olmadı.

yeterince serin olan hava bizimle inatlaşmak için elinden geleni ardında koymasa da, o yarı plastik sandalyelerin ufak birer hareketiyle herşey eski haline döndü. istanbul çocukları için "hiç hesapta olmayan" hiç bir şey yoktur sonuçta, hayat vardır. bir de olup bitenler.

rüzgarın devirmekte ısrar ettiği bardaklar bu deli rüzgardan mı devrilmişti yoksa vana giden uçağın pervanesi yüzünden mi? belki de hasankeyfin tepesi çok esiyordu. pek de önemi yoktu, akşam olmuştu ama o ışıl ışıl bulutlar pek güzeldi.

konuştuğumuz herşeyi yollara döküp saçtığımızdan kelli, gerisin geri yürümek kalmıştı bize. her adımda bir kelimeyi toplasak yarına da konuşacak çok şeyimiz kalabilirdi, sence de öyle değil miydi albayım? bütün şaşkınlıkları pusuda bekleyen bir hafıza kaybı olduğu sürece çok büyük etki yaratmıyor hareket halinde olmak.

bayern ailesi ise beni çok seviyor...

12 Eylül 2007

"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor"

içselleştirmek ne güzel bir kelimedir,
yenilgiyi içselleştirmek gibi
bütün günü şen şakrak geçirmek gibi hatta
o kadar gülmek ki, oturduğunda yorgun hissetmek
neden?
siz neşenizi betimleyemiyor musunuz?
ben bilmiyorum ama denerim,
çok güldüğüm bir kadın "tavukları döndermişem" dediği zaman
aniden yerimden kalmak benim neşem
ya da ofisten çıkınca aldığım ve beni çarpan oksijen.
tabi gerisinde gelen cümlelerimin de etkisi var.
neşe böyle bir şey,
ikili koltuklar ise bambaşka şeyler,
yanlarında her daim tekli koltuklar olmalı
ikili bir koltuğa yatmalıyım ben, ayaklarımı da aşırtıp
yanındaki tekli koltuğa uzatmalıyım
bu kadar zevkim olmalı hayatta
her daim boğazımda bir düğüm var gibi bekleyemem ya bu hayatın başını
elimde bir kitap olmalı, olsa olsa ona düğümlenmeli boğazım
sonra yine çok güldüğüm bir kadın başlamalı tavukları döndermeye
karşımda oturan bir insanın anlamsız bir şakası olmalı güldüğüm
üzüldüğüm ise en fazla denizotobüsünü kaçırmam olmalı
"annemin yelkeni olsa beni bindirse de işe götürse" deyip gülmeliyim buna da
bir bilet almalıyım sonra, yakın uzak hiç farketmez
belki bir semt sonrasına ama yolculuğa!
hareketteki bereketi aramaya çıkmalıyım,
gideceğim yerden ziyade yolculuğa odaklanmalıyım, kim bilir?
belki de van sınırını geçince gördüğüm o manzara gerçekten inanılmaz
ve son üç beş ay içinde gördüğüm en güzel şey, neden olmasın?
neşemi anlatmak istersem size,
en çok güldüğüm insanla bir kaleye çıkmak diyebilirim mesela
beş adımda beni tanıyamasanız bile kırmızı küçük bir kalemtraş ile
dünyaların benim olabileceğini bilseniz de yeter
yapılan bütün edebiyatları toplayıp kolaj haline getirmeyi düşündüğümde
evde sadece kuru boya olduğundan dolayı tuvaletin kapısında asılı o resim
içinde kaç çocuk kaç kelime var bir tek ikimiz biliyoruz
bir tek ikimiz yaptık o resmi seninle,
yine bir akşam vakti, hiç beklenmedik bir anda senden alırım boyaları,
yine boyarız yine konuşuruz, ellerimizi unuturuz
en güzeli en basit olduğu zamanlarmış meğerse,
sadece bir yürüyüşün içindeki huzur gibiymiş
ya da o sitedeki evin içini görüp de acaba lcd mi yoksa plazma mı diye düşünmek
biranın kapağını bilerek çantaya atmamak gibi dikkat çekici
en son neye dikkat ettiğini hatırlamak için sarfettiğin çaba gibi.
bana verilen tek serbest bilinç akış alanının hesabını kimseye vermemek gibi
bir abajur ve bir kaç koltuk kadar aldığım nefes,
ağırlığım da hala yerin beni çektiği kadar.
içine daldığınız her yazının içinize elini daldırması dileğiyle...
şöyle bir taşıyıcı aparat yapıcam
migros arabaları gibi bir şey düşünün
o bir "carrier" olacak nihayetinde,
adını da "akademik" koyacağım
sonra o akademik carrier'ı bizim üniversitenin önüne parkedicem
edicem cidden.

9 Eylül 2007

ahahahahahahahahahahahahahahahahahaha!
evet bende yeterince açıklayıcı bir giriş oldu bu.
dün akşam parçalı olarak dışarı çıktım,
benden size bir white russian, sizden bana iki white russian
ama mümkünse yanınızda çok sevdiğiniz bir arkadaşınız olsun
hatta becerebiliyorsanız kendisi hem karşı cins hem de 14 yıllık olsun
şimdi ikinci bölümü giriyorum;
ahahahahahahahahahahahhahahahaahahhah!
mümkünse bir gecede birden fazla bara gidin ve hatta
kıt zekalılar sizi sevgili sansın yanyana gördü diye,
gerisi şöyle oluyor, arkadaşınız bir şey anlatırken elini belinize koyuyor
yan taraftaki kız yüksek sesle veryansın ediyor;
"yaaa, yapmayın yaaaa!" ahahahhaha
gerisi malum bol kahkaha bol gürültü ve sonunda kadife sokak
insan sekiz - dokuz senesini geçirdiği sokağa ne kadar küs kalabilir ki...

6 Eylül 2007

deseydin ya, hatta sinirlenseydin ya "yeter!" deseydin
demedin, demedin de böyle oldu, demediklerinden oldu herşey
dediklerinden bir şey olacağı yoktu sanırım zaten
deseydin önemli olacağını bildiğinden demedin
önemsizleştirebileceğin herşey gibi, önemsizleştirdin
sanırım bu kadar.