26 Mayıs 2007

dün abim nişanlandı
yüzükleri taktıktan sonra bana sarıldı
"darısı başına, nişan değil, gerçekten mutlu olmak" dedi
ve ben o an tekrar hatırladım beni ne kadar üzdüğünü...

23 Mayıs 2007

Beşinci Bölüm

Çocukluk Bu

"İnsan terkederken bir sebep gösterir. Bunu söyler. Karşısındakine cevap verme hakkı tanır.
Öyle durup dururken gidilmez. Yok. Çocukluk bu."

Marcel Proust

syf.49

22 Mayıs 2007

insan hayata küsmek için elle tutulur, birbirine geçmiş
iki parmağı taciz etmese de olur ama herşey bir noktaya kadar derler

size dolmuşları yazalı yıllar oldu, ben dolmuşlara bineli yıllar oldu
dolmuşlarla ilgili son söyleyeceğim şey ise devre arası gibi olduğudur
birisine atmak istediğiniz ama hep unuttuğunuz mesajı atmaya birebir,
birisini özlemek, unutulan şeyleri hatırlamak için birebir
bir nevi vitamin, hem de bitkisel.

bize üniversitede hep şunu öğrettiler,
daha çok para kazanan insanların hayat standardı istese de istemese de
yükselir yükselir ve yükselir
en güzel örnek ise şudur; beyaz peynirden kaşara peynirine geçiş
nasıl yani, nedir ki derkene baktık ki büyümüşüz
elimiz para görmeye başlamış, bir hayat standardı olmasa da dolmuşların yerini
denizotobüsleri almıiş (kısmen, ilk göz ağrısı unutulmaz tabi ki)
ama gelin görün ki denizotobüsleri yatakhane gibi,
havalandırması var, yüz küsur insan birliktesiniz
ve çoğunuz uyuyor geriye kalanlar ise yarın sabah sınavı varmışçasına acı çekiyor
bu durumda size denizotobüslerinden bağlanamıyorum
(arada ağlıyorum ama o ayrı, hepimiz insanız, inkar bütün kötülüklerin anasıdır
cosmopolitan tadında bir yazı için bir dahaki boş vaktimi bekleyiniz)
amma velakin süper gözlemlerime devam etmiyor değilim
ve evet yine benden dayak yiyecek olan bir kaç tane kadın var

hepimiz türk filmleriyle büyüdük,
kamerayı döndürmeken ziyade kendi etrafında sarılıp dönen zeki müren
ve hülya koçyiğiti sadece ben görmüş olsam da,
türkan şoray olsun hülya koçyiğit olsun uçak kapısı açılınca
o beş on merdivenin tepesinde dikilip bi halkına bakar ya,
denizotobüsünün kapısından çıkan bütün dişi varlıklar da bu hissiyatta
denizotobüsünden inip işe yetişmeye çalışam güruh hiç umurlarında değil
hayatlarının (ve hayatlarımızın) üç beş saniyesini bu selamlamaya ayırıyorlar
"iti-itivericeksin böylelerini o sırada deniz doğru" diyesim geliyor
ama yine de faşist bir insan olmadığımdan bu emelimi gerçekleştirmiyorum

ama faşist bir yanım varsa o da çok afedersiniz ama her erkek
askerlikle terbiye edilmelidir diye düşünüyorum, üzülerek belirtiyorum...

20 Mayıs 2007

msn diye bir şey var, bendeki çöplüğe döndü o ayrı...
(kişisel almayın, şahsi oynamıyorum, belden aşağıyı görmüyorum bile)
iletileri billboard gibi kullandığım için pek dalga geçtiler benimle ama
öğrendim ki, bireyler neşesini legalleştirmek için kullanıyormuş, hayat!
evdeki margaret thatcher dün benimle dalga geçti,
görmeyeli bu topçu olmuş diye,
sahada toptan çok su şişesi ve sandalye parçası görünce
ekrana dehşet içinde bakmamı sanırım kimse engelleyemezdi
bir de tez mevsimi var ama bütün bu devam eden cümlelerim
ilk bölümün etkisini azaltıp akılları dağıtmak için yazılıyor
eh bundan kelli daha da uzatmanın anlamı yok değil mi,
sizi hala inatla sevmiyorum,
hayat!

17 Mayıs 2007

en güzeli hiç anlamadan, hiç farketmeden...
sabah uyanınca üzülmek gibi,
bir anda, daha ayamadan, hatta belki hissetmeye bile başlamadan
uzun zaman olmuş diye düşündüğünde
dün gibi hatırlamak, dün gibi "olmak"
gözlük kabına bak :)
bir arkadaşa bir iyilik yapmak istemenin neresi kötü
kitabı verdikten sonra karıştırmaya başlamak ise baştan başa kötü
dün gibi "olmak" hepten kötü
dünü dünde bırakanların rahat nefes aldığı bir dünyada
dün olmak, büsbütün dün olmak...
tamam fazla yormayayım artık. Almodovar filminin kutusuna bak :)
bir anda, hiç anlamadan, hiç farketmeden
hissetmeye bile başlamadan belki de...
içinden taşırdığın insanı, içinde tutamamak
her öğle arasında bir iki dakika dışarı koşarak çıkmak
güneşe aldanıp gözünü kısmak,
kıstıkça sicim gibi. incecik bir ruh gibi.
nivea lipstick'ine bak :)
bir anda kitabın arasından düşmek,
bir anda kitabın arasından düşmen...
kime ne anlatacağımı bilemediğim bir anda
dışarı fırlamak gibi.
herşey aynı gözüküyor, bütün yollar, bütün dolmuşlar
geceleri ise hala uzun "saatler"
gün olur ben de "dakikalar"dan bahsederim,
gün olur insanlar herşeyden bahsetmeye başlar
içimdekini içimde tutamadığımdan olsa gerek
şimdi avuç içlerim kuru, elimin tersi ıslak
gün gelir, belki bu hayatta herşey olmaktan vazgeçer.
uzun uzundan daha uzun yazmak istiyor canım,
canım...
iki kişi olmayı özlemenin ne kadar anlamsız olduğunu bildiğimden beri
elimde ya da belimde bir eli özlemiyorum, önemsemiyorum
teke düşürülmeyi bildiğimden beri karışıyorum
ortayı bulup orta yerde duruyorum, avuçlarımın içi yine kuru
ben insan severim, insan özlerim, kavram değil...
saatler hala yerini dakikalara devretmediğinden hava çok basık
kırmızı bir kapalılık var bu akşam, yağamadı gitti bu yağmur
bütün bunlar başlayalı çok olmuştu da, nerede bitti ben biliyorum
insan gezintisini kısa tutmalı, yoksa herhangi bir şey görebiliyor
kendine pay çıkarmasa da, insan olan insanın içi acıyor.

15 Mayıs 2007

alamadığın uykuna kaptırdığın o yarım yamalak güzelliğinin ne önemi var.
yasal acı denildiğinde çok gülmüştük de,
şimdilerde neden bilin(ir de)mez gülünemiyor
aylar öncesinden alınan bir müzik cd'sinde insan geleceğini görünce
daha korkunç ne olabilir şu dünyada diye düşünmüyor bile
daha nicelerinin olduğunu bilerek yaşadığından kelli...

...tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim...

13 Mayıs 2007

tam da 28. sayfada 77. dipnota bakarken geldi aklıma
gece eve dönüp yalnız yatmak...
yalnız yatmanın çok ötesinde bir şeyler olduğunu kime anlatabilirim ki...
huzursuz günlerin ardından yine kötü bir haber bekliyor beni
çok sevdiğim, en son gördüğüm gibi hatırladığım
ve öyle hatırlamak istediğim birisini daha kaybediyorum
ölmesini istemediğim ne kadar insan varsa kaybediyorum
ardından yapacağım bir şehirlerarası yolculuğun ne anlamı var ki
gül suyu çocukluğumdan bana kalan bu kadar tatlı bir anıyken
senin isminde kaç kişi kaldı şu dünyada...

11 Mayıs 2007

mesai kelimesini "messaai" diye okuduğunuz zaman
daha bir yabancılaşıyor insan.
ben ofisimi pek seviyorum, burdaki insanları da
hele hele ofisin semti inanılmaz güzel bir sayfiye yeri gibi
dışarı çıktığım her öğle yemeğinde sanki adada merkeze iniyor gibiyim
bundan kelli mesaiye kalmaktan yana bir derdim yok
amma velakin mesai aptal işidir
bir yerlerde birisi işini geç yaptığı için mesaiye kalınmaktadır
akışlar geç geldiği için, programlar değiştiği için
ajans fotoğraf göndermediği için grafikerler sayfayı yapamamıştır
ve yine bundan kelli grafikerler benim bilgisayarımı kullanmıştır
ve ben ayaklarımı uzatmış oturuyor olmaktan o an için söylenmesem bile
messaai adlı ev baklavasını yerken azıcık homurdanabilirim
ben işimi zamanında yapıyorsam, gerisinden bana ne ama değil mi?
mesaiye sadece aptallar kalır ya da başkalarının aptallıklarından zarar görenler
mesaiye kalmak övünülecek bir şey değildir,
çocuklarınıza bunu öğretmeyi unutmayın...

not: fıkra gibi yaşıyorum son zamanlarda. bir temel eksik.

8 Mayıs 2007

space oddity şarkısındaki es gibi hissediyorum...

7 Mayıs 2007

size başımdan geçen bir şey anlatacağım, bilmem benim kadar siz de şaşıracak mısınız (:

cumartesi günü ahırkapı şenliklerinde kurulduğu günden beri arka çıktığım ve desteklediğim bir tiyatronun oyuncularına rastladım.görebildiklerime ve seçebildiklerimi gidip tebrik ettim. daha sonra içlerinden bir tanesine o tiyatrodaki neredeyse herkesin bir dizide oynadığını ama onun neden oynamadığını sordum, o da teklif gelmedi dedi. hadi ya filan dedim geçtim gittim sonra. bir arkadaşımla gitmiştik, sağa sola gittik, içtik dansettik vesaire vesaire.

derken çişimiz geldi, malum hıdırellez, çok kalabalık, herkes şen şakrak, herkes içiyor. armada oteline gittik tuvalete girmek için. o sırada ben bu tebrik ettiğim ve soru sorduğum oyuncuyu bir daha gördüm şaka yollu "ee insan hayranlarından kaçamıyor" dedim, baktım yanındaki kız bana öldürecek gibi bakıyor, döndüm yanımdaki arkadaşıma gülerek "bu bizi pek sevmedi galiba" dedim ve benim bunu deyip bir adım atmamla kız arkamdan "gerizekalı" diye bir bağırdı.

tabi çişim var, ağırlığı ona verdim, gittim tuvalete girdim döndüm. çocuğa afedersin dedim, kıza döndüm "sen bana gerizekalı mı dedin?" diye sordum ve arkadaşlar olaylar gelişti. kız bir bağırmaya başladı. "evet çünkü gerizekalısın, burda kavga ediyoruz görmüyor musun, gerizekalı. bak biraz etrafına bak" ben tabi şoka girdim ben burda geçiyordum ne kava ettiğinizi gördüm ne bir şey dedim "bak biraz etrafına bak gerizekalı ayrıca ben seni sevmek zorunda değilim" kız hala gerizekalı demeye devam ediyodu ki ben dönüp çocuğa baktım, başını hafif yana eğmiş bir şekilde evet dercesine başını sallayıp duruyordu. inanamadım. baktım kız da bağırmaya devam ediyor, yanımdaki arkadaşıma gidelim dedim. çocuğa afedersin dedim döndük gidiyoruz kız arkamdan bütün gücüyle "sürtük" diye bağırmasın mı. hiç dönmedim bile.

bu insanlar tiyatro oyuncusu. ben anlatırken bile böyle bir şeyin gerçekliğine inanamıyorum, hangi çağda yaşıyoruz da bu kültür seviyesindeki insanlar birisinin arkasından sürtük diye bağırıyor.
size başımdan geçen bir şey anlatacağım, bilmem benim kadar siz de şaşıracak mısınız (:

cumartesi günü ahırkapı şenliklerinde kurulduğu günden beri arka çıktığım ve desteklediğim bir tiyatronun oyuncularına rastladım.görebildiklerime ve seçebildiklerimi gidip tebrik ettim. daha sonra içlerinden bir tanesine o tiyatrodaki neredeyse herkesin bir dizide oynadığını ama onun neden oynamadığını sordum, o da teklif gelmedi dedi. hadi ya filan dedim geçtim gittim sonra. bir arkadaşımla gitmiştik, sağa sola gittik, içtik dansettik vesaire vesaire.

derken çişimiz geldi, malum hıdırellez, çok kalabalık, herkes şen şakrak, herkes içiyor. armada oteline gittik tuvalete girmek için. o sırada ben bu tebrik ettiğim ve soru sorduğum oyuncuyu bir daha gördüm şaka yollu "ee insan hayranlarından kaçamıyor" dedim, baktım yanındaki kız bana öldürecek gibi bakıyor, döndüm yanımdaki arkadaşıma gülerek "bu bizi pek sevmedi galiba" dedim ve benim bunu deyip bir adım atmamla kız arkamdan "gerizekalı" diye bir bağırdı.

tabi çişim var, ağırlığı ona verdim, gittim tuvalete girdim döndüm. çocuğa afedersin dedim, kıza döndüm "sen bana gerizekalı mı dedin?" diye sordum ve arkadaşlar olaylar gelişti. kız bir bağırmaya başladı. "gevet çünkü gerizekalısın, burda kavga ediyoruz görmüyor musun, gerizekalı. bak biraz etrafına bak" ben tabi şoka girdim "ben burda geçiyordum ne kavga ettiğinizi gördüm ne bir şey" dedim "bak, biraz etrafına bak gerizekalı ayrıca ben seni sevmek zorunda değilim" kız hala gerizekalı demeye devam ediyodu ki ben dönüp çocuğa baktım, başını hafif yana eğmiş bir şekilde evet dercesine başını sallayıp duruyordu. inanamadım. baktım kız da bağırmaya devam ediyor, yanımdaki arkadaşıma gidelim dedim. çocuğa afedersin dedim döndük gidiyoruz kız arkamdan bütün gücüyle "sürtük" diye bağırmasın mı. hiç dönmedim bile.

bu insanlar tiyatro oyuncusu. ben şimdi benim gerizekalı olduğumu teyid eden adamı mı alkışlamaya gideyim, sonra bana sürtük diyen kızı mı? ben bu insanları anlamıyorum. çok ciddiyim anlamıyorum ama dediğim gibi şaşırmıyorum, keşke şaşırabilsem.

2 Mayıs 2007

yolda gelirken hayatı bir limona benzetip
çeşitli çıkarımlarda bulundum, cidden eğlendim
orta okuldayken ingilizce kolunda bir dergi çıkarıyorduk
bir limonun da bir insanın da sıkıldığına dair bayat bir espiriyi bile
ingilizceye çeviremediğimiz anda yaratıcılığımıza sekte vurulmuştu
türkçe garip bir dildi ve kinyasın da dediği gibi
insan hiç bir şey yapmadan kazanıyordu bunu
neyse demem o ki kallavi bir balığa sıktığınız limonu dişlemeniz kaçınılmaz ise
hayatın da o limon kadar acı ama engellenemez olduğunu biliyorsunuzdur
fazla söze gerek yoktur ama balığın yanında bi ufak açılsa hiç fena olmaz
apartmanın merdivenine geldiğimdeyse aklıma şule gürbüz geldi
aslında ben denizotobüsünden indiğim an başladım düşünmeye
malum insanoğlunun şiddet ve cinsellikten sonra (belki de önce)
kaçınamadığı tek şey düşünmek
(fikrimden geceler yatabilmirem)
kaçınamadığı kadar da yakınmadığı şey düşünmek
pek zamanlar vardır ki, düşünmek hayatta tutar insanı
hoş bana sorsalar boş boş bakardım yüzlerine bütün içtenliğimle
arkamdan dehşet bir ışığın vuracağını anladığım zaman
önümde ışıl ışıl olmuş insanlara bakıyordum
tam da ışıl ışıl olduğum anda yine herşey boş geldi
mesai denen müesseseden gayet memnundum
fiziksel yorgunluğun bana leziz bir uyku olarak geri döneceğini biliyordum
insan herşeyin olabileceğini kabul ederse hiç bir şeye şaşırmaz derim hep
tamam belki kendim uygulamakta bazı bazı beceriksiz oldum ama hayat bu
sabah 09:17'de insan kendisine dönüp (hem de bir aynanın yardımı olmaksızın)
mesaiye kalacağını bildiğini söylerse, saat altı olunca bünye kendisini yeniler
bütün gün hafiflikten hafiflik beğenir, kanı bile daha sakin akmaya başlar

peki ya şimdi mi?
geriye bugün için bir tek şey kaldı
kitabımın son 7 sayfası, 560'tan 567'ye uzanan o güzelim 7 sayfa
bilerek ve isteyerek 7 sayfa bırakmamıştım ama 7 sayfa kalmıştı
hayatı bu kadar hafife almayın, normalleşmek bile bazılarına bahşedilmiş bir özelliktir
yoksa her an birisi aniden yaklaşıp "Kinyas!" diye fısıldayabilir
en olmadık anda...
hem siz hala öğrenemediniz mi,
olan biten en olmadık anlarda olur biter.