31 Temmuz 2010


Hayat bazen garip ama vapurlar değil kitaplar falan
üç beş gündür bankadan gelecek atm kartı krizi yaşıyordum
kayıtlı adreste kimse yok, kuryenin karttan haberi yok derken
annem aradı, "kartını bize teslim ettiler"
bu sabah gittim kartımı almak için,
babam beni görünce masaya yürüp "bu sana gelmiş" dedi
elinde orhak pamuk'un "benim adım kırmızı" vardı
içini açtım adıma imzalamıştı orhan pamuk
sabah sabah ayamadığımı ve hala uyuduğumu düşündüm
ama cidden elimde "benim adım kırmızı" duruyordu ve imzalıydı
beni heyecanlandıran pamuk tarafından
adıma bir kitabın imzalanmış olması değildi
o kitabın "benim adım kırmızı" olmasıydı
sonuçta bilemezdi, nereden bilecekti
adamın sadece "cevdet bey ve oğulları" kitabını okuduğumu
o kitabı muhteşem bulup diğer kitaplarına benzemediğini
öğrenince hiçbir kitabına elimin gitmediğini
bilemezdi...
devrim sağolsun 2001 ya da 2002'den beri
bu kitaptan bir cümleyi bir kağıda yazıp
yıllarca cüzdanımda taşımış olduğumu nereden bilecekti,
bilemezdi.

ama kendini korumak için aklını sürekli çalıştıran benim gibi birinin mantığıyla değil, mantıksızlığıyla anlaşılır bir şey olmalı aşk.
(benim adım kırmızı/orhan pamuk)

27 Temmuz 2010

Marian Evans'ın Herbert Spencer’a yazdığı bir mektuptan:

"Eğer aşkı kaybetme korkusundan kurtarılabilirsem, çok
azıyla bile yetinebileceğimi anlayacaksın."

.
.

26 Temmuz 2010

“Yaşam sorunu”na çözüm bulduğu kanısına varan birisinin...
yanıldığını anlaması için,
bir zamanlar ortalıkta bu “çözüm”ün olmadığını,
ama o dönemde de insanın yaşamayı başardığını hatırlaması yeterlidir...

diyor kitapta.

İki günümü geçirdiğim insanlardan biri,
ilgili, ilgisiz birçok muhabbette sürekli
"nereden baksan tutarsızlık,
nereden baksan ahmakça" diyordu
haksız da değil...

19 Temmuz 2010

i wanna sit you down and talk
i wanna pull back the veils
and find out what it is i´ve done wrong

low rising
´cause we´ve gotta come up
we´ve gotta come up
low rising
´cause i fear we´ve had enough
.
.
.
oh for the love of you
.

11 Temmuz 2010

Bir orostopolluk var bunda ama ne?

Syf. 54 / Büyük Gözaltı - Çetin Altan

9 Temmuz 2010

sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin üstümü...

"sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
sen bir onu yap yeter bak göreceksin"

t.u.

8 Temmuz 2010

dün gece ve bu sabah çok rahatsız edici rüyalar gördüm
gece gördüğüm rüyada ya ona ya da ailemden birine bir şey oluyordu
kim olduğunu şu an tam hatırlamıyorum
ben de hastaneye ya da benzeri bir yere yanına gidiyordum
çıktığımda ise tinerci çocuklar ağzımı burnumu kırıyordu
sonra abime bir şey olmuştu ve onu hastaneye yatırıyorduk
hastaneden çıkınca hava kararmıştı
biraz daha yürüsem caddeye çıkacağım bir sokaktaydım
derken bir anda iki tinerci çocuk geliyordu
biri kolumdan kavrıyordu beni
ağzında da bana atmak üzere balgam biriktiriyordu
yalvarıyordum "ne olur ağzımı burnumu kırmayın" diye
"abim..." diyordum anlatmaya çalışıyordum
bana "ee, anlat anlat" der gibi bakıyordu, uyandım.

sabaha karşı gördüğüm rüyada ise evdeyim
iki arkadaşım daha var, masanın ucuna oturmuşuz
biri sağımda biri solumda, masada bir vazoda çiçekler var
yağmur'un ne kadar güzel bir isim olduğundan konuşuyoruz
derken bir anda bir çocuk doğuruyorum ben,
böyle 10 santim boyunda bir fasülye ama ten rengi
çıkarıp masaya koyuyorum ve konuşmaya devam ediyorum
derken önümdeki üçgen tabakta ölü bir fetüs olduğunu farkediyorum
20-25 santim boyunda elleri ayakları olan
ölü ve rengi kahverengiye çalan bir fetüs
göbek bağı da üzerinde duruyor
göbek bağına bakınca fetüsü içimden çıkarma anımı hatırlıyorum
göbek bağının bir kısmının içimde kalışını filan
sonra bir anda fetüs konuşmaya başlıyor
daha sonra o fasülye kadar olan şeyden önce ayak
sonra bacak ve kollar çıkmaya başlıyor
artık masada sadece derisi yüzülmüş, iskelet gibi
15 santim boyunda bir çocuk koşturmaya başlıyor
konuşunca erkek olduğunu anlıyorum
sakin bir ses tonuyla "yağmur, oğlum, nereye gidiyorsun" diyorum
yağmur üstü dağınık masada turlar atmaya başlıyor
derken üstüne sıçrıyor ve omzuma tırmanıyor
saçlarımın arasına karışıp orada yürüyor
ama o kadar küçük ve iskelet gibi ki
saçlarımın arasında yürürken iğne gibi batmaya başlıyor.

3 Temmuz 2010

bu sabah film gibi bir kabus gördüm
sabah uyandım sonra tekrar uyuyunca gördüm hem de.

minik ve ufaklık burdalar ama gitme günleri
annem ve ben de evin orda bir yerde sokakta fotoğraf çekiyoruz
o sırada insanların neden çirkin poz verdiğinin sırrını keşfediyorum
akabinde de bunu ff'e yazmak istiyorum
minikle ufaklık geliyor, minik çok ağlıyor
derken kendimi ofiste buluyorum, o uzay köprüsü gibi yerden geçerken
herkesin bir yerlere tırmandığını görüyorum
sonunda köprü iplerden bir köprüye dönüşüyor
ve yerinden oynuyor, varacağım zemin de yerinden oynuyor
delirmek üzereyim, aşağıya en az beş metre var ve çok korkmuşum
avazım çıktığı kadar bağırıyorum
meğer o düşmanı püskürtmek için tasarlanmış bir şeymiş
hatta onu kadınlaştırırp iplerin düğüm yerlerine dudak koyucaklarmış
sonra bir anda kendimi sırılsıklam bir şekilde bir yerde buluyorum
yere çökmüşüm ellerimde sıkı sıkı lastikten ipler var
üstümde bir hırka ve deli gibi ağlıyorum
bir ofis ama benimki değil
ece sükanla çapraz masalarda oturuyoruz
kadın beni tersledikçe tersliyor, eşyalarımı yerleştiriyorum
tıka basa dolu çekmecelerim
hemen arka çaprazım yüzme havuzunun soyunma kabinleri
iyi bak yüzerim de diyorum, masama yerleştiremediklerim masanın altına saçılmış
herkes çıkıyor, bir adam geliyor telefonla konuşarak benden kalem alıyor
masam tam girişte herkes benden bir şey aşırır diyorum içimden
masamın üstünde hiçbir şey bırakmıyorum
çıkıyorum, annemi buluyorum
annem 22sinde incecik bir kız olmuş
benim üstümde kot tişört, güneşte yatıyoruz
annem de minicik bir bikini straplez
anne ben çok terledim deyip önünde yattığımız dükkana giriyorum
sonra kendimi yine o ofiste yine elimde bantlarla ve ıslak
ve deli gibi ağlarken buluyorum
burası nedesi diyorum ofis diyorlar
nerede burası diyorum bakırköyde bir devlet dairesi diyorlar
beni bir devlet dairesine yerleştirdiklerini anlıyorum
babamı arayın diyorum ama ulaşamıyorlar
yerimden kalkıp cama gidiyorum
ofisin fransız balkonu var, açıyorum kapısını
atlayacağım, yüksekte zaten ofis
bir yandan avaz avaz ağlıyorum, bir yandan da bağırıyorum
ama ne dediğim anlaşılmıyor
ben bile anlamıyorum
arkamdan görevliler geliyor, hiçbiri beni tutmuyor
aksine beni aşağı itiyorlar hafif hafif
o sırada annemin bana aldığı yusufçuk kolyesi kapının koluna takılıyor
bir yandan bağırıyorum
bir yandan kolyeyi kapının kolundan kurtarmaya çalışıyorum
çok uğraşıyorum ama kurtaramayınca ağlayarak vazgeçiyorum
çöküyorum oraya.
rüyanın gerisinde şişman koyu sarı saçları olan bir adamım
aşağıda bir adam görüyorum atlamaya çalışırken
aynı umutsuzlukla bana bakıyor
el kol hareketi yapıyor ve boynunda bir şey asılı
bir şeyler yazılı, masama dönüyorum ve ben de boynuma bir kağıt asıp
bir şeyler yazıyorum, sonra uyandım.

1 Temmuz 2010





















Bazen geri çekilmek gerekir, gözlerden düşmek, kapanmak, susmak. Dipten de derin bir yere vurur insan, ah bir delirsem de dinse der ama delirmek kolay değil. Bir imtiyazdır aklın yönetmediği dünya. Akla kendiliğinden karşı çıkmak, isyan etmek, onu hükümsüz kılmak kimsenin takdir etmediği bir imtiyazdır. Delilik sırf mümkün olduğu için irkiltir insanı. Mümkündür ve gündeliğin, normalin, olağanın, -ması gerekenin gelip tosladığı bir duvardır. Yaklaştığını geriletir, sersemletir, üzer. Ne lüzumsuz.
Kimi zaman geri çekilmek gerekir; saçaklı ayaklarını bir anda kabuğuna toplayan bir deniz yaratığı gibi kapanmak. Ama geri çekilmek öğretilmez bir çocuğa. Batmaya dirensin diye büyütülür her çocuk. Ben de çocuktum, ben de büyütüldüm ve şimdi nasıl batacağımı bilemiyorum. Direnmek nasıl bırakılır?

Elime Tutun - Aslı Biçen